Ziyaretci defteri
mehmet öztürk
Perşembe, 25 Şubat 2021 04:14
Çoban Esved Cennette!
Çoban Esved, Cennet'te!..
Siyer kitaplarımız Hayber kuşatması esnasında yaşanan bir olayı anlatır:
Hayber’de yaşayan bir Yahudi’nin koyunlarını güden Esved adlı siyahi bir köle efendisinin yanına gelerek sorar:
“Kim bu kaleyi kuşatanlar, ne istiyorlar?”
Efendisi:
“Muhammed adlı birisi” der. (Salat ve selam ona olsun.)
Köleyi başından savuşturacak bir kaç cümle daha eder.
Köle Esved’in içinde bir merak uyanır. Bir yolunu bulup sahabenin bulunduğu yere gelir ve sorar : “Muhammed kim?”
Gösterirler.
İnsanlarla iletişiminde zengin-fakir; efendi-köle farkı gözetmeyen Hz. Peygamber (s.a.v.) bir kuşatma esnasında bile yabancı bir köleye zaman ayırır. Esved sorar:
“İsmini duydum, davan nedir, iddian nedir?”
Hz. Peygamber (s.a.v.) o dar vakitte, Allah Teâla’dan başka yaratan, yaşatan, yöneten, kulluğa layık bir ilah olmadığını, kendisinin de O’nun kulu ve resulü olduğunu anlatır.
Çoban Esved oracıkta Müslüman olur.
Asıl üstünde durmak istediğim Esved’in Müslüman olduktan sonra sorduğu ilk sorudur:
“Ne yapmam lazım?”
“Yanına geldim, sordum, cevap verdin. Ben de ikna oldum ve iman ettim. Artık eskisi gibi davranamam. İnandığım Allah, tabi olduğum Peygamber benden ne istiyor?”
Belki birebir bu cümlelerle sormuyor ama “Ne yapmam lazım?” sorusu bu anlamlara geliyor.
Hz. Peygamber (a.s.), savaş halinde olduklarını ve yapacaksa eğer eline kılıç alıp savaşa katılmasını söylüyor.
Tek bir vakit namaz kılmamış belki namazdan haberi bile olmamış, zekât vermemiş, oruç tutmamış hac ve umre yapmamış bir mücahit olarak savaşa katılıyor çoban Esved.
Allah Teâla’nın lütfuyla zafer nasip oluyor. Hz. Peygamber (a.s.) şehit ve yaralılarla meşgul olurken bir şehidin başında durup bakıyor ve hemen başını çeviriyor. Neden başını hemen çevirdiğini, bakmadığını soranlara: “O Esved’di. Müslüman oldu, savaştı ve şehit oldu. Cennetteki hali bana gösterildi, rahatsız etmek istemedim” cevabını veriyor.
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz müminlerin, Allah ve Resulünün emirleri karşısında “işittik ve itaat ettik” dediklerini, demeleri gerektiğini ifade buyurur.
İman bir iddiadır.
İddiayı, teslimiyetle, itaatle ispat etmek gerekir. “İnsanlar, iman ettik demekle, imtihan edilmeksizin bırakılacaklarını mı zannettiler? Biz onlardan önce gelenleri imtihan ettik. Allah (iman ettim dedikten sonra) sözüne sadık kalanları da, yalancıları da bilip ortaya çıkaracaktır.” (Ankebut, 2-3)
Hayat imtihandır.
Her gün her davranışımızla, sözümüzle ve özümüzle imtihan edilmekteyiz.
Marifet, çoban Esved gibi teslim olup cennetteki makamına Resulüllah (as)’ın şahitlik ettiklerinden olabilmektir.
Marifet; “ Her kim Allah ve resulüne itaat ederse Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şe***le ve salihlerle beraberdir. Bunlar ne kadar güzel arkadaştırlar.”(Nisa,69) diye anlatılan bahtiyarlardan olabilmektir.
Marifet; “... İşittik ve itaat ettik. Bağışlanma sendendir ve dönüş de sanadır.” (Bakara, 285 ) diyebilmektir. (Burhan İşliyen D.i.b. Başk. Yard.)
Siyer kitaplarımız Hayber kuşatması esnasında yaşanan bir olayı anlatır:
Hayber’de yaşayan bir Yahudi’nin koyunlarını güden Esved adlı siyahi bir köle efendisinin yanına gelerek sorar:
“Kim bu kaleyi kuşatanlar, ne istiyorlar?”
Efendisi:
“Muhammed adlı birisi” der. (Salat ve selam ona olsun.)
Köleyi başından savuşturacak bir kaç cümle daha eder.
Köle Esved’in içinde bir merak uyanır. Bir yolunu bulup sahabenin bulunduğu yere gelir ve sorar : “Muhammed kim?”
Gösterirler.
İnsanlarla iletişiminde zengin-fakir; efendi-köle farkı gözetmeyen Hz. Peygamber (s.a.v.) bir kuşatma esnasında bile yabancı bir köleye zaman ayırır. Esved sorar:
“İsmini duydum, davan nedir, iddian nedir?”
Hz. Peygamber (s.a.v.) o dar vakitte, Allah Teâla’dan başka yaratan, yaşatan, yöneten, kulluğa layık bir ilah olmadığını, kendisinin de O’nun kulu ve resulü olduğunu anlatır.
Çoban Esved oracıkta Müslüman olur.
Asıl üstünde durmak istediğim Esved’in Müslüman olduktan sonra sorduğu ilk sorudur:
“Ne yapmam lazım?”
“Yanına geldim, sordum, cevap verdin. Ben de ikna oldum ve iman ettim. Artık eskisi gibi davranamam. İnandığım Allah, tabi olduğum Peygamber benden ne istiyor?”
Belki birebir bu cümlelerle sormuyor ama “Ne yapmam lazım?” sorusu bu anlamlara geliyor.
Hz. Peygamber (a.s.), savaş halinde olduklarını ve yapacaksa eğer eline kılıç alıp savaşa katılmasını söylüyor.
Tek bir vakit namaz kılmamış belki namazdan haberi bile olmamış, zekât vermemiş, oruç tutmamış hac ve umre yapmamış bir mücahit olarak savaşa katılıyor çoban Esved.
Allah Teâla’nın lütfuyla zafer nasip oluyor. Hz. Peygamber (a.s.) şehit ve yaralılarla meşgul olurken bir şehidin başında durup bakıyor ve hemen başını çeviriyor. Neden başını hemen çevirdiğini, bakmadığını soranlara: “O Esved’di. Müslüman oldu, savaştı ve şehit oldu. Cennetteki hali bana gösterildi, rahatsız etmek istemedim” cevabını veriyor.
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz müminlerin, Allah ve Resulünün emirleri karşısında “işittik ve itaat ettik” dediklerini, demeleri gerektiğini ifade buyurur.
İman bir iddiadır.
İddiayı, teslimiyetle, itaatle ispat etmek gerekir. “İnsanlar, iman ettik demekle, imtihan edilmeksizin bırakılacaklarını mı zannettiler? Biz onlardan önce gelenleri imtihan ettik. Allah (iman ettim dedikten sonra) sözüne sadık kalanları da, yalancıları da bilip ortaya çıkaracaktır.” (Ankebut, 2-3)
Hayat imtihandır.
Her gün her davranışımızla, sözümüzle ve özümüzle imtihan edilmekteyiz.
Marifet, çoban Esved gibi teslim olup cennetteki makamına Resulüllah (as)’ın şahitlik ettiklerinden olabilmektir.
Marifet; “ Her kim Allah ve resulüne itaat ederse Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şe***le ve salihlerle beraberdir. Bunlar ne kadar güzel arkadaştırlar.”(Nisa,69) diye anlatılan bahtiyarlardan olabilmektir.
Marifet; “... İşittik ve itaat ettik. Bağışlanma sendendir ve dönüş de sanadır.” (Bakara, 285 ) diyebilmektir. (Burhan İşliyen D.i.b. Başk. Yard.)
mehmet öztürk
Çarşamba, 24 Şubat 2021 08:08
Kanserin Ölümü
KANSERİN ÖLÜMÜ--MUTLAKA OKUYUN
Arkadaşlar. Yeniköy Mimarlar Sitesinde komşum ve meslekdaşıma 30 yıl evvel doktorlar 6 ay ömrü kaldığını söylediler. Ailesini bu sonuca alıştırdı; evin tüm ihtiyaçlarını gördü, temin etti; kendini ölüme hazırladı. Buğday çimlenmesinin hastalığa iyi geldiğini bir yerde okumuş. Evin bir odasına toprak döşedi; orada buğday yetiştirdi; buğday çimini mikserde öğüterek her gün ve devamlı içti. 30 yıldır yaşıyor. Artık çime de gereksinimi kalmadı. Sağlıklı günler dileğiyle...
Yılmaz Ergüvenç
Kesinlikle zararı yok, sınırlı yararı olabileceği, destek amaçlı kullanılmalarında sakınca olmadığı kanaati bildirildi. Saygılarımla arz ederim. Dr.Vehbi Alpman.KANSERİN ÖLÜMÜ MUTLAKA OKUYUN!
ASRIMIZIN EN KÖTÜ HASTALIĞI İÇİN HER BİLGİNİN ÖNEMİNE İNANDIĞIMDAN ELİME GELEN BU MAİLİ HERKESE GÖNDERİYORUM.
Buğday çimi ekiniz ve yiyiniz, Buğday şırası yapınız ve içiniz.
Kanseri engelleyen besinlerin başında atalarımızın Orta Asya'da içtikleri Buğday şırası geliyor.
Klasik tedavi yöntemlerini reddeden tüm doktorların ortak iddiası, buğday çimi yenilmesi ve buğday şırası içilmesi Pakistan'daki Hunzakut Prensliği'nde kanserden ölüm yok. Ayrıca Hunzakutlular, acı badem ve kayısı çekirdeğini yiyorlar ve kansere yakalanmıyorlar. Türkiye'de acı badem ve kayısı tüketilen bölgelerde kanser vakalarının azlığı dikkat çekiyor.
Ödemiş'le Salihli arasında, binbir efsaneye konu olmuş Bozdağ'ın eteklerinde cennet gölcük kıyısında kanseri yenen, bu zaferi kazandıktan sonra mücadelesi herkese örnek olsun diyerek bir de kitap yazan Doktor İlhami Güneral ile sohbetimiz sürüyor.
Önemli olan bağışıklık sisteminin güçlendirilmesidir.
Bağışıklık sistemini güçlendirmek çok da zor bir şey değildir.
Buğday müthiş bir kanser ilacıdır.
Buğday şırası kanseri önler ve bu önemli bir bitkisel tedavi aracıdır.
Buğday çimi, bol klorofil maddesi dışında 100 kadar vitamin, mineral ve besin maddesi içerir.
Taze olarak kullanılan Buğday çiminde, aynı ağırlıktaki portakaldan 60 kez daha fazla C vitamini ve aynı ağırlıktaki ıspanaktan 8 kat fazla demir bulunmaktadır.
Buğdayın bir başka özelliği ise kandaki toksinleri nötralize eden maddeler içermesidir.
Sıvı oksijenle dopdolu olan buğday çimi doğanın en güçlü anti kanseri olan 'laetril' içermektedir.
Izgara etler ve füme besinlerin kanserojen maddeler taşıdığı kanıtlanmıştır. (Japon Bilim Adamı Nagivara)
Japon Bilim Adamı Nagivara, taze buğday çiminde bu maddeyi etkisiz hale getiren enzimler ve amino asitler bulmuştur.
- Buğday çimini evde üretebilir miyiz?
- Evde de üretilebilir, küçük bir saksıda bile üretilebilir ve olduğu gibi yenebilir, evde üretemeyenlere tavsiyemiz ise buğday şırası üretmeleri....
- Buğday şırasını herkes üretebilir mi?
- Evet herkes üretebilir.
- İsterseniz tarif edeyim.
Bir bardak aşurelik buğday, önce tertemiz yıkanarak bir litrelik cam kavanoza konur.
Üzerine 3 bardak su klorlu olmamak şartıyla ilave edilir.
Kavanozun ağzı bir tülbentle kapatılarak serin bir yerde 24 saat bekletilir.
Bu ilk su kullanılmaz, dökülür.
Kavanoza yeniden 3 bardak su ilave edilir.
24 saat bekletildikten sonra oluşan yarı gazozlu su içilmek üzere bir kaba aktarılır.
Böylece bir bardak aşurelik buğdaydan kış aylarında günde 5 kez, yazın ise günde 3 kez şıra alınır.
Buğday şırasının lezzeti bazılarına itici gelebilir.
O takdirde her şıra bardağına bir C vitamini tableti eklenirse, nefis bir içecek ortaya çıkar.
- Az önce sözünü ettiğimiz 'laetril' buğday çiminden başka nelerde bulunur?
Çünkü anlaşılıyor ki, 'laetril' kanserin tedavisinde en etkin maddelerden biri...
Elmanın çekirdeğini de yiyin!
- Evet, Türkiye'de en kolay laetril'e ulaşabileceğimiz yer acı badem ve kayısı çekirdeğidir.
Ayrıca laetril elma çekirdeğinde de vardır. Elmanın çekirdeği yenilirse çok da iyi olur. Amerika'daki ilaç sanayinin maşaları bu 'laetril' adlı ilacı yasaklatmayı başarmışlardır ama Meksika'da satılan 'laetril' bu ülkeden alınıp kaçak olarak ABD'ye sokulmaktadır.
Laetril, vitamin ve minerallerle verildiğinde çok daha iyi sonuçlar alınmaktadır.
'Kanserin Ölümü' adlı kitabında Manner, laetril ile yüzde 90 başarı kazandığını söylemişti.
- Acı badem ve kayısı çekirdeği de laetril içeriyor öyle mi?
- Evet öyle. Türkiye'de acı badem ve kayısı çekirdeğinin sıkça tüketildiği yerlerde resmi bir istatistik yok ama kanser vakalarının az olduğuna inanılıyor. Resmi istatistik yapılan bir ülke var...
Pakistan'a komşu küçük bir prenslik olan Hunzakut'ta şimdiye kadar hiç kanser olayına rastlanmadı.
Hanzakut'un özelliği temel besinleri kayısı ve kayısı çekirdeği...
- Dünyada bugün kullanılmakta olan kemoterapi ve radyoterapi bağışıklık sistemini bozduğunu iddia ediyorsunuz alternatif tedavilerin bir sıralamasını yapsak en öne hangisini koyarsınız?
- Önceliği bağışıklık sistemini güçlendiren tedavilere veririm, daha sonra biyolojik tedaviler ve bitkisel tedaviler gelir.
Bağışıklık sistemi konusunda Alman doktor Issel'in tüm beden tedavisi bugün bu ülkedeki 60/70 klinikte başarı ile uygulanmaktadır.
Başarılı bir yöntem: Tüm beden tedavisi
- Tüm beden tedavisi nedir?
- Joseph Issel de bizim gibi kanseri lokal bir hastalık olarak değil, tüm vücudu ilgilendiren sistemik bir hastalık olarak ele alıyordu.
Ona göre vücutta sürekli olarak kanser hücreleri ürüyor fakat sağlıklı bir bağışıklık sistemi bu hücreleri hemen tahrip ediyordu.
Issel'in bir diğer tedavi yöntemide, ayda bir olmak üzere, özel olarak muamele görmüş bir kolibasil aşısı olan Pyrifer ile ateş şoku tedavisi idi.
Bu yöntemle hastadan bir miktar kan alınıyor, bunu ozon oksijen birleşim ile karıştırarak yeniden hastanın damarından enjekte ediyordu.
Binlerce kanser hastası bu yöntemle iyileşmişti.
Eski Sovyetler'de, şimdiki Rusya'da bu yöntem halen kullanılıyor.
Dr. Serap KIRMIZI
Uludag University
Faculty of Science and Arts
Department of Biology (Alıntı)
Arkadaşlar. Yeniköy Mimarlar Sitesinde komşum ve meslekdaşıma 30 yıl evvel doktorlar 6 ay ömrü kaldığını söylediler. Ailesini bu sonuca alıştırdı; evin tüm ihtiyaçlarını gördü, temin etti; kendini ölüme hazırladı. Buğday çimlenmesinin hastalığa iyi geldiğini bir yerde okumuş. Evin bir odasına toprak döşedi; orada buğday yetiştirdi; buğday çimini mikserde öğüterek her gün ve devamlı içti. 30 yıldır yaşıyor. Artık çime de gereksinimi kalmadı. Sağlıklı günler dileğiyle...
Yılmaz Ergüvenç
Kesinlikle zararı yok, sınırlı yararı olabileceği, destek amaçlı kullanılmalarında sakınca olmadığı kanaati bildirildi. Saygılarımla arz ederim. Dr.Vehbi Alpman.KANSERİN ÖLÜMÜ MUTLAKA OKUYUN!
ASRIMIZIN EN KÖTÜ HASTALIĞI İÇİN HER BİLGİNİN ÖNEMİNE İNANDIĞIMDAN ELİME GELEN BU MAİLİ HERKESE GÖNDERİYORUM.
Buğday çimi ekiniz ve yiyiniz, Buğday şırası yapınız ve içiniz.
Kanseri engelleyen besinlerin başında atalarımızın Orta Asya'da içtikleri Buğday şırası geliyor.
Klasik tedavi yöntemlerini reddeden tüm doktorların ortak iddiası, buğday çimi yenilmesi ve buğday şırası içilmesi Pakistan'daki Hunzakut Prensliği'nde kanserden ölüm yok. Ayrıca Hunzakutlular, acı badem ve kayısı çekirdeğini yiyorlar ve kansere yakalanmıyorlar. Türkiye'de acı badem ve kayısı tüketilen bölgelerde kanser vakalarının azlığı dikkat çekiyor.
Ödemiş'le Salihli arasında, binbir efsaneye konu olmuş Bozdağ'ın eteklerinde cennet gölcük kıyısında kanseri yenen, bu zaferi kazandıktan sonra mücadelesi herkese örnek olsun diyerek bir de kitap yazan Doktor İlhami Güneral ile sohbetimiz sürüyor.
Önemli olan bağışıklık sisteminin güçlendirilmesidir.
Bağışıklık sistemini güçlendirmek çok da zor bir şey değildir.
Buğday müthiş bir kanser ilacıdır.
Buğday şırası kanseri önler ve bu önemli bir bitkisel tedavi aracıdır.
Buğday çimi, bol klorofil maddesi dışında 100 kadar vitamin, mineral ve besin maddesi içerir.
Taze olarak kullanılan Buğday çiminde, aynı ağırlıktaki portakaldan 60 kez daha fazla C vitamini ve aynı ağırlıktaki ıspanaktan 8 kat fazla demir bulunmaktadır.
Buğdayın bir başka özelliği ise kandaki toksinleri nötralize eden maddeler içermesidir.
Sıvı oksijenle dopdolu olan buğday çimi doğanın en güçlü anti kanseri olan 'laetril' içermektedir.
Izgara etler ve füme besinlerin kanserojen maddeler taşıdığı kanıtlanmıştır. (Japon Bilim Adamı Nagivara)
Japon Bilim Adamı Nagivara, taze buğday çiminde bu maddeyi etkisiz hale getiren enzimler ve amino asitler bulmuştur.
- Buğday çimini evde üretebilir miyiz?
- Evde de üretilebilir, küçük bir saksıda bile üretilebilir ve olduğu gibi yenebilir, evde üretemeyenlere tavsiyemiz ise buğday şırası üretmeleri....
- Buğday şırasını herkes üretebilir mi?
- Evet herkes üretebilir.
- İsterseniz tarif edeyim.
Bir bardak aşurelik buğday, önce tertemiz yıkanarak bir litrelik cam kavanoza konur.
Üzerine 3 bardak su klorlu olmamak şartıyla ilave edilir.
Kavanozun ağzı bir tülbentle kapatılarak serin bir yerde 24 saat bekletilir.
Bu ilk su kullanılmaz, dökülür.
Kavanoza yeniden 3 bardak su ilave edilir.
24 saat bekletildikten sonra oluşan yarı gazozlu su içilmek üzere bir kaba aktarılır.
Böylece bir bardak aşurelik buğdaydan kış aylarında günde 5 kez, yazın ise günde 3 kez şıra alınır.
Buğday şırasının lezzeti bazılarına itici gelebilir.
O takdirde her şıra bardağına bir C vitamini tableti eklenirse, nefis bir içecek ortaya çıkar.
- Az önce sözünü ettiğimiz 'laetril' buğday çiminden başka nelerde bulunur?
Çünkü anlaşılıyor ki, 'laetril' kanserin tedavisinde en etkin maddelerden biri...
Elmanın çekirdeğini de yiyin!
- Evet, Türkiye'de en kolay laetril'e ulaşabileceğimiz yer acı badem ve kayısı çekirdeğidir.
Ayrıca laetril elma çekirdeğinde de vardır. Elmanın çekirdeği yenilirse çok da iyi olur. Amerika'daki ilaç sanayinin maşaları bu 'laetril' adlı ilacı yasaklatmayı başarmışlardır ama Meksika'da satılan 'laetril' bu ülkeden alınıp kaçak olarak ABD'ye sokulmaktadır.
Laetril, vitamin ve minerallerle verildiğinde çok daha iyi sonuçlar alınmaktadır.
'Kanserin Ölümü' adlı kitabında Manner, laetril ile yüzde 90 başarı kazandığını söylemişti.
- Acı badem ve kayısı çekirdeği de laetril içeriyor öyle mi?
- Evet öyle. Türkiye'de acı badem ve kayısı çekirdeğinin sıkça tüketildiği yerlerde resmi bir istatistik yok ama kanser vakalarının az olduğuna inanılıyor. Resmi istatistik yapılan bir ülke var...
Pakistan'a komşu küçük bir prenslik olan Hunzakut'ta şimdiye kadar hiç kanser olayına rastlanmadı.
Hanzakut'un özelliği temel besinleri kayısı ve kayısı çekirdeği...
- Dünyada bugün kullanılmakta olan kemoterapi ve radyoterapi bağışıklık sistemini bozduğunu iddia ediyorsunuz alternatif tedavilerin bir sıralamasını yapsak en öne hangisini koyarsınız?
- Önceliği bağışıklık sistemini güçlendiren tedavilere veririm, daha sonra biyolojik tedaviler ve bitkisel tedaviler gelir.
Bağışıklık sistemi konusunda Alman doktor Issel'in tüm beden tedavisi bugün bu ülkedeki 60/70 klinikte başarı ile uygulanmaktadır.
Başarılı bir yöntem: Tüm beden tedavisi
- Tüm beden tedavisi nedir?
- Joseph Issel de bizim gibi kanseri lokal bir hastalık olarak değil, tüm vücudu ilgilendiren sistemik bir hastalık olarak ele alıyordu.
Ona göre vücutta sürekli olarak kanser hücreleri ürüyor fakat sağlıklı bir bağışıklık sistemi bu hücreleri hemen tahrip ediyordu.
Issel'in bir diğer tedavi yöntemide, ayda bir olmak üzere, özel olarak muamele görmüş bir kolibasil aşısı olan Pyrifer ile ateş şoku tedavisi idi.
Bu yöntemle hastadan bir miktar kan alınıyor, bunu ozon oksijen birleşim ile karıştırarak yeniden hastanın damarından enjekte ediyordu.
Binlerce kanser hastası bu yöntemle iyileşmişti.
Eski Sovyetler'de, şimdiki Rusya'da bu yöntem halen kullanılıyor.
Dr. Serap KIRMIZI
Uludag University
Faculty of Science and Arts
Department of Biology (Alıntı)
mehmet öztürk
Pazartesi, 22 Şubat 2021 14:57
Nesil
MAALESEF DURUM BU:
Taziye evine gittik..
Avukat olan oğlu gelmiş İstanbul'dan...
Kızı da doktormuş,o cenazeye yetişememiş ama sonradan gelmiş..Avukat oğlanın dediğine göre yurt dışında görev yapan bir oğlu daha varmış, bulunduğu ülkede uçak ayarlayamamış, gelemeyecekmiş..
Nasıl yollar dedi damat oğluna..
Valla arabaya yol dayanmıyor dedi..
Lastikler kış lastiği idi bastım geldim..
Kar kış çok ama yollar açık dedi...
Saçlar sarıya
boyanmış birkaç kadın girdi odaya, çay getirdi..
Rahmetliden konuşan,bahseden hiç yoktu..
Evden,arabadan,menkulden,
borsadan, ekonomiden konuşuldu da konuşuldu..
''Çok bekledi ama sizi rahmetli''
dedi bir başka yaşlı amca..
Bir anda buz gibi hava esti odada..
“Ne yapacaksın” dedi
damat,herkes kendi hayatında..
“Öyle yatalak falan da değildi, iyiydi kayinbabam ama dert varmış anlayamadık” diye cevap verdi..
''Bizim için çok mücadele
verdi'' dedi avukat olan oğlu..
Ablamı,beni,abimi iyi yetiştirdi diye anlattı...
Herkes bir şey konuşuyor
ama kimse bir Fatiha okuyalım demiyordu..
Demek ki yaşarken
evde olmayan öldükten sonra da olmuyordu..!
İnsanlık bizde kalsın diyerek
çektim besmeleyi, okudum 3 İhlas,1 Fatihayı ..
Avukatın, doktorun,
damadın, gelemeyen oğlanın ruhuna okudum..
Nasıl olsa giden gitmiş gittiği yere..
Amellerini de götürmüş,
evinde dert edeni dua edeni yoktu..
Sürekli dünya konuşulan ölü evinde..
Demek ki giden için tasa edecek bir şey yoktu..
Rahmetli de yaşarken hep oğlan avukat,kız doktor, diğer oğlum konsolos diye anlatır oğullarının mesleği ile övünürdü..
Allah cc ne istedi ise vermiş..Her şeyleri vardı ama geride Fatiha okuyacak Fatımalar, Fatihler yoktu..!
Rahmet dileyip sabır dileyip çıktık evden..
Bir Fatiha da sokağa okudum yüksek binaların duvarlarına üfledim ve yürüdüm dünyanın üstüne...
Ne diyordu Fuat Köreke;
A deyince at,
B deyince bıyık hatırlattılar körpecek beyinlerimize..
A deyince ALLAH, B deyince Bismillah diyen bir neslin inancını bozmak için aldılar elimizden elif ba mızı..
Ama biz unutmayacağız Elif ile başlayan aşkı.
Arkamızdan bir Fatiha okuyacak evlatlar nasip etsin Mevlâm bizlere inşaAllah...(Alıntı)
Taziye evine gittik..
Avukat olan oğlu gelmiş İstanbul'dan...
Kızı da doktormuş,o cenazeye yetişememiş ama sonradan gelmiş..Avukat oğlanın dediğine göre yurt dışında görev yapan bir oğlu daha varmış, bulunduğu ülkede uçak ayarlayamamış, gelemeyecekmiş..
Nasıl yollar dedi damat oğluna..
Valla arabaya yol dayanmıyor dedi..
Lastikler kış lastiği idi bastım geldim..
Kar kış çok ama yollar açık dedi...
Saçlar sarıya
boyanmış birkaç kadın girdi odaya, çay getirdi..
Rahmetliden konuşan,bahseden hiç yoktu..
Evden,arabadan,menkulden,
borsadan, ekonomiden konuşuldu da konuşuldu..
''Çok bekledi ama sizi rahmetli''
dedi bir başka yaşlı amca..
Bir anda buz gibi hava esti odada..
“Ne yapacaksın” dedi
damat,herkes kendi hayatında..
“Öyle yatalak falan da değildi, iyiydi kayinbabam ama dert varmış anlayamadık” diye cevap verdi..
''Bizim için çok mücadele
verdi'' dedi avukat olan oğlu..
Ablamı,beni,abimi iyi yetiştirdi diye anlattı...
Herkes bir şey konuşuyor
ama kimse bir Fatiha okuyalım demiyordu..
Demek ki yaşarken
evde olmayan öldükten sonra da olmuyordu..!
İnsanlık bizde kalsın diyerek
çektim besmeleyi, okudum 3 İhlas,1 Fatihayı ..
Avukatın, doktorun,
damadın, gelemeyen oğlanın ruhuna okudum..
Nasıl olsa giden gitmiş gittiği yere..
Amellerini de götürmüş,
evinde dert edeni dua edeni yoktu..
Sürekli dünya konuşulan ölü evinde..
Demek ki giden için tasa edecek bir şey yoktu..
Rahmetli de yaşarken hep oğlan avukat,kız doktor, diğer oğlum konsolos diye anlatır oğullarının mesleği ile övünürdü..
Allah cc ne istedi ise vermiş..Her şeyleri vardı ama geride Fatiha okuyacak Fatımalar, Fatihler yoktu..!
Rahmet dileyip sabır dileyip çıktık evden..
Bir Fatiha da sokağa okudum yüksek binaların duvarlarına üfledim ve yürüdüm dünyanın üstüne...
Ne diyordu Fuat Köreke;
A deyince at,
B deyince bıyık hatırlattılar körpecek beyinlerimize..
A deyince ALLAH, B deyince Bismillah diyen bir neslin inancını bozmak için aldılar elimizden elif ba mızı..
Ama biz unutmayacağız Elif ile başlayan aşkı.
Arkamızdan bir Fatiha okuyacak evlatlar nasip etsin Mevlâm bizlere inşaAllah...(Alıntı)
mehmet öztürk
Çarşamba, 17 Şubat 2021 07:07
Doğan Cüceloğlu
DOĞAN CÜCELOĞLU
83 yıl önce Şubat ayının 9 unda Silifke, Mersi'de doğmuştu. Kendinden başka 10 kardeşi vardı. Silifke'de ilkokulu, Ankara ve Kırklareli'de Liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesinde Psikoloji alanında eğitim aldı.
Ankara ve Hacettepe Üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra Amerika'da Kalifornia Üniverstesinde misafir öğretim üyesi olarak bulundu.
1996'dan sonra Türkiye'de üniversite öğrencilerine, öğretmenlere, ana-babalara ve iş adamlarına yönelik seminerler, konferanslar ve atölye çalışmaları düzenledi. 1990'dan itibaren kitaplarını Türkçe olarak yayınlamaya özen gösteren Cüceloğlu, Türk insanının düşünce, duygu ve davranışlarını bilimsel psikoloji kavramları içinde inceleyen kitaplar yazdı.
Kitaplarını okuduk, öğrendik ve okumaya devam edeceğiz. Artık dersimizi anılarından alacağız.
Doğan Cüceloğlu anlatıyor...
Yirmi altı yaşındaydım. Amerika'ya yeni gitmiştim. Osgood'un araştırma asistanlığını yapıyorum. Aynı odada, John ve Gary adında iki asistan daha var. Bir cumartesi günü ofise gittiğimde, halının üstünde emekleyen bir oğlan çocuğu gördüm. Gary oğlunu getirmişti. Herkes kendi işini yapıyordu, ben de masama oturdum, çalışmaya başladım.
Odada oldukça alçak meşin bir koltuk vardı. Fark ettiğimde, çocuk ona çıkmaya çalışıyordu. Bir bacağını atıyor, tutunuyor ama bir türlü koltuğa çıkamıyordu. Çocuk bunu dört beş kez denedi. Baba bir yandan çalışırken bir yandan göz ucuyla oğlunu takip ediyordu. John ise hiç ilgilenmiyordu; tamamıyla kendi işiyle meşguldü. Çocuk yine deneyip çıkamayınca yerimden kalktım, çocuğun koltuk altlarından tuttum. “Hoppa!” dedim ve onu meşin koltuğun üstüne bıraktım. Çocuk hiç beklemiyordu, önce şaşaladı, sonra koltuğun üstünde öyle kalakaldı.
O zaman bilmiyordum, ama şimdi biliyorum. Benim anlam çerçevem içinde o küçük çocuk benim yeğenimdi, ben de onun amcası. İçinde büyüdüğüm kasabanın anlam çerçevesi o çocukla aramızdaki ilişkiyi öyle tanımlamıştı. Yeğenim koltuğa çıkmaya çalışıyordu ve amcası olarak ona yardım etmek bana düşerdi. Çünkü babası Gary ve amcası John bir şey yapmaya pek niyetli gözükmüyordu!
Vazifesini yapmış bir amcanın mutluluğu içinde gülümseyerek Gary'e baktım. “Neden yaptın?” diye sordu. Vazifesini yapmış bir amcanın rahatlığı içinde, “Çıkmaya çalışıyordu” dedim. Gary, “Ben de biliyordum çıkmaya çalıştığını, sen niye yaptın?” diye üsteledi. Şaşırdım ve sinirlendim. İçimden, “Bu Amerikalılara iyilik yaramıyor” diye düşündüm. Ama merak etmekten de kendimi alamıyorum. Sonra sordu “Sen ne yaptığının farkında mısın?” İçimden yine sinirlendim. İstanbul psikolojiyi bitirmiş, iki yıl asistanlık yapmış, aydın bir insandım. Ne yaptığımın farkında olmayacak biri değildim. “Bak” dedi, “Çocuk koltuğa çıkacağına inanıyordu. Belki yarım saat, belki bir saat uğraşacaktı ama eninde sonunda çıkacaktı. Öyle ucundan tutmuyordu, çıkacağına inanmış biri olarak, kedi yavrusu gibi tutunmuştu. Bırakmayacaktı, deneyecek, deneyecek, en sonunda çıkacaktı. Çıkınca dönüp bana bakacaktı. Ben de ona ‘çıktın’, diyecektim. Sonra inecekti, yine uğraşacaktı. Bir saatte çıktığını belki yirmi dakikada çıkacaktı. Bugün bütün gün onunla uğraşacaktı ve belki de beş dakikada çıkar hale gelecekti. Bu onun bugünkü zaferi olacaktı. Sen onun zaferini çaldın!”.
Öylece bakakaldım. Bu hayatımda hiç unutmayacağım bir ders olmuştu bana.
Biliyor musunuz, iki hafta sonra Gary'e sordum. Neden sadece “Çıktın!” diyecektin? Neden “Aferin sana oğlum, alkış-alkış” değil? Verdiği cevabı hiç unutmayacağım:
“Ben zaferine sadece tanık olurum, onun benden aferin almak için başarı peşinde koşması doğru değil. Kendisi için başarır, ama benim bildiğimi, gözlediğimi, tanık olduğumu bilmesi için!"
83 yıl önce Şubat ayının 9 unda Silifke, Mersi'de doğmuştu. Kendinden başka 10 kardeşi vardı. Silifke'de ilkokulu, Ankara ve Kırklareli'de Liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesinde Psikoloji alanında eğitim aldı.
Ankara ve Hacettepe Üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra Amerika'da Kalifornia Üniverstesinde misafir öğretim üyesi olarak bulundu.
1996'dan sonra Türkiye'de üniversite öğrencilerine, öğretmenlere, ana-babalara ve iş adamlarına yönelik seminerler, konferanslar ve atölye çalışmaları düzenledi. 1990'dan itibaren kitaplarını Türkçe olarak yayınlamaya özen gösteren Cüceloğlu, Türk insanının düşünce, duygu ve davranışlarını bilimsel psikoloji kavramları içinde inceleyen kitaplar yazdı.
Kitaplarını okuduk, öğrendik ve okumaya devam edeceğiz. Artık dersimizi anılarından alacağız.
Doğan Cüceloğlu anlatıyor...
Yirmi altı yaşındaydım. Amerika'ya yeni gitmiştim. Osgood'un araştırma asistanlığını yapıyorum. Aynı odada, John ve Gary adında iki asistan daha var. Bir cumartesi günü ofise gittiğimde, halının üstünde emekleyen bir oğlan çocuğu gördüm. Gary oğlunu getirmişti. Herkes kendi işini yapıyordu, ben de masama oturdum, çalışmaya başladım.
Odada oldukça alçak meşin bir koltuk vardı. Fark ettiğimde, çocuk ona çıkmaya çalışıyordu. Bir bacağını atıyor, tutunuyor ama bir türlü koltuğa çıkamıyordu. Çocuk bunu dört beş kez denedi. Baba bir yandan çalışırken bir yandan göz ucuyla oğlunu takip ediyordu. John ise hiç ilgilenmiyordu; tamamıyla kendi işiyle meşguldü. Çocuk yine deneyip çıkamayınca yerimden kalktım, çocuğun koltuk altlarından tuttum. “Hoppa!” dedim ve onu meşin koltuğun üstüne bıraktım. Çocuk hiç beklemiyordu, önce şaşaladı, sonra koltuğun üstünde öyle kalakaldı.
O zaman bilmiyordum, ama şimdi biliyorum. Benim anlam çerçevem içinde o küçük çocuk benim yeğenimdi, ben de onun amcası. İçinde büyüdüğüm kasabanın anlam çerçevesi o çocukla aramızdaki ilişkiyi öyle tanımlamıştı. Yeğenim koltuğa çıkmaya çalışıyordu ve amcası olarak ona yardım etmek bana düşerdi. Çünkü babası Gary ve amcası John bir şey yapmaya pek niyetli gözükmüyordu!
Vazifesini yapmış bir amcanın mutluluğu içinde gülümseyerek Gary'e baktım. “Neden yaptın?” diye sordu. Vazifesini yapmış bir amcanın rahatlığı içinde, “Çıkmaya çalışıyordu” dedim. Gary, “Ben de biliyordum çıkmaya çalıştığını, sen niye yaptın?” diye üsteledi. Şaşırdım ve sinirlendim. İçimden, “Bu Amerikalılara iyilik yaramıyor” diye düşündüm. Ama merak etmekten de kendimi alamıyorum. Sonra sordu “Sen ne yaptığının farkında mısın?” İçimden yine sinirlendim. İstanbul psikolojiyi bitirmiş, iki yıl asistanlık yapmış, aydın bir insandım. Ne yaptığımın farkında olmayacak biri değildim. “Bak” dedi, “Çocuk koltuğa çıkacağına inanıyordu. Belki yarım saat, belki bir saat uğraşacaktı ama eninde sonunda çıkacaktı. Öyle ucundan tutmuyordu, çıkacağına inanmış biri olarak, kedi yavrusu gibi tutunmuştu. Bırakmayacaktı, deneyecek, deneyecek, en sonunda çıkacaktı. Çıkınca dönüp bana bakacaktı. Ben de ona ‘çıktın’, diyecektim. Sonra inecekti, yine uğraşacaktı. Bir saatte çıktığını belki yirmi dakikada çıkacaktı. Bugün bütün gün onunla uğraşacaktı ve belki de beş dakikada çıkar hale gelecekti. Bu onun bugünkü zaferi olacaktı. Sen onun zaferini çaldın!”.
Öylece bakakaldım. Bu hayatımda hiç unutmayacağım bir ders olmuştu bana.
Biliyor musunuz, iki hafta sonra Gary'e sordum. Neden sadece “Çıktın!” diyecektin? Neden “Aferin sana oğlum, alkış-alkış” değil? Verdiği cevabı hiç unutmayacağım:
“Ben zaferine sadece tanık olurum, onun benden aferin almak için başarı peşinde koşması doğru değil. Kendisi için başarır, ama benim bildiğimi, gözlediğimi, tanık olduğumu bilmesi için!"
mehmet öztürk
Çarşamba, 10 Şubat 2021 04:51
Değer verilen şeyler satılmamalı
Yıl 1917, yer Irak.
İngiliz general, koyunlarını otlatan çobanı uzaktan bir müddet izledikten sonra yanına yaklaşır ve;
* Eğer sürüyü koruyan köpeğini öldürürsen sana 100 sterlin vereceğim der.
Uzun zamandır zor şartlarda yaşayan çoban için büyük paradır bu miktar. Ancak köpek de çok kıymetlidir. Çobanın tek güvendiği, sürüsünü idare eden, her türlü tehlikeye karşı koruyan, hasta olan koyunun başında bile günlerce aç susuz bekleyen bir varlıktır köpeği. Ama teklif edilen para, 100 sterlin. İyi para! Çoban, köpeği yakalayıp generalin önünde keser ve alır parayı.
* General; Köpeğin derisini yüzersen 100 sterlin daha veririm der. Çoban bu sefer düşünmeden, yüzer deriyi ve alır parayı.
*General; Köpeği parçalara ayırırsan 100 sterlin daha der. İş raydan çıkmıştır artık. Ayırır parçalara, alır parayı. İşi biten general ordan ayrılırken bu sefer teklif çobandan gelir; 100 sterlin daha verirsen köpeğin etinden de yerim.
* General cevap verir;
Asla. Benim amacım, değer verdiklerinize karşı yaklaşımınızı öğrenmekti. Sen para için yoldaşın, yardımcın, her şeyin olan köpeği feda ettin. Ben ihtiyacım olan şeyi öğrendim. Sonra yanındakilere dönüp;
İnsanlar bu karakterde olduğu müddetçe korkmayın, her şeyi yaptırabilirsiniz der.
* Parası olup değeri olmayan insanlar, değeri olup parası olmayan insanların hayat anlayışını değiştirdi.
Artık slogan belli. Paranın satın alamayacağı şey yoktur. Şahsi menfaat için insanların satamayacağı bir değer kalmadı maalesef.
* Kazanmak için satanlar aslında tamamen kaybettiklerini farketmiyorlar çoğu zaman. Kimileri de farkettiği halde hala satıyor.
Sureti haktan görünüp sizden kardeşinizi, akrabanızı, köylünüzü, dostlarınızı ve köpek, at ve eşşeğinizi isteyen çok olacak.
EY bu yazıyı okuyan aklı başında insanlar! Ne değerlerinizi ne de değerlilerinizi satın, ne de başkasının değerlerine göz koyun! Çünkü değerlerini para, makam, şan ve şöhret için satanlar, sattıkları kişinin köpeği olmaktan başka işe yaramazlar.
*Paranın açamayacağı kapı yok diyenler aslında para için her şeyi yaparım diyenlerdir..!!! (M.Şerif Yüksel)(Alıntı)
İngiliz general, koyunlarını otlatan çobanı uzaktan bir müddet izledikten sonra yanına yaklaşır ve;
* Eğer sürüyü koruyan köpeğini öldürürsen sana 100 sterlin vereceğim der.
Uzun zamandır zor şartlarda yaşayan çoban için büyük paradır bu miktar. Ancak köpek de çok kıymetlidir. Çobanın tek güvendiği, sürüsünü idare eden, her türlü tehlikeye karşı koruyan, hasta olan koyunun başında bile günlerce aç susuz bekleyen bir varlıktır köpeği. Ama teklif edilen para, 100 sterlin. İyi para! Çoban, köpeği yakalayıp generalin önünde keser ve alır parayı.
* General; Köpeğin derisini yüzersen 100 sterlin daha veririm der. Çoban bu sefer düşünmeden, yüzer deriyi ve alır parayı.
*General; Köpeği parçalara ayırırsan 100 sterlin daha der. İş raydan çıkmıştır artık. Ayırır parçalara, alır parayı. İşi biten general ordan ayrılırken bu sefer teklif çobandan gelir; 100 sterlin daha verirsen köpeğin etinden de yerim.
* General cevap verir;
Asla. Benim amacım, değer verdiklerinize karşı yaklaşımınızı öğrenmekti. Sen para için yoldaşın, yardımcın, her şeyin olan köpeği feda ettin. Ben ihtiyacım olan şeyi öğrendim. Sonra yanındakilere dönüp;
İnsanlar bu karakterde olduğu müddetçe korkmayın, her şeyi yaptırabilirsiniz der.
* Parası olup değeri olmayan insanlar, değeri olup parası olmayan insanların hayat anlayışını değiştirdi.
Artık slogan belli. Paranın satın alamayacağı şey yoktur. Şahsi menfaat için insanların satamayacağı bir değer kalmadı maalesef.
* Kazanmak için satanlar aslında tamamen kaybettiklerini farketmiyorlar çoğu zaman. Kimileri de farkettiği halde hala satıyor.
Sureti haktan görünüp sizden kardeşinizi, akrabanızı, köylünüzü, dostlarınızı ve köpek, at ve eşşeğinizi isteyen çok olacak.
EY bu yazıyı okuyan aklı başında insanlar! Ne değerlerinizi ne de değerlilerinizi satın, ne de başkasının değerlerine göz koyun! Çünkü değerlerini para, makam, şan ve şöhret için satanlar, sattıkları kişinin köpeği olmaktan başka işe yaramazlar.
*Paranın açamayacağı kapı yok diyenler aslında para için her şeyi yaparım diyenlerdir..!!! (M.Şerif Yüksel)(Alıntı)
mehmet öztürk
Çarşamba, 27 Ocak 2021 09:29
Hayıseverlerimiz var olsun Allah daha çok versin
Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi.
Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: 'Nazif Bey mi?'dedi.
'Evet, Nazif Bey!' diye cevap alınca,
hüzünlü bir ses tonuyla 'Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.' dedi.
Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. 'Ya, öyle mi...?' diyebildi sadece.
Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp 'Onun adına görüşebileceğim
bir yakını var mı acaba?' diye sordu.
'Evet var, oğlu Selim Bey....'.
Titrek bir sesle 'Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?' dedi.
Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,
'Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim”
' Dedi ve telefona yöneldi.. Sonra 'Kim diyelim efendim?' diye sordu.
'Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım.' cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi.
Daha sonra, 'Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin.' dedi.
Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi.
O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak,
'Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.' dedi.
'Bendeniz de Selim Cebeci... Lütfen buyurun, oturun.' dedi, genç iş adamı.
Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz:
'Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl... Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim.' dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu.
'Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam.'
Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: 'Fakat en azından o büyük insanın oğlunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.' Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden
fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine:
'Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?' Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla 'Evet' dedi. Bunun üzerine Selim Beyin
gözleri sevinçle parladı.
'Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık.' dedi.
Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve 'Sizi karşıma Allah çıkardı.' dedi.
Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı
'Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?' dedi.
Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak
'Bizdeki emanetinizi vermek için...' deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı.
'Emanet mi?' dedi.
Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine
'Gelebilir misiniz?' deyip telefonu kapattı.
Mehmet Bey, Şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.
Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı.
Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine Hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki
tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek,
'Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum.' dedi. 'Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda
hazır oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.'
Diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum.' dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı.
Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu.
Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:
'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...'
Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı.
Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:
'Bir müddet sabredeceğiz, sonra...'
İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip Tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle Yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu.
Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:
'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra...'
diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu.
Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp,
'Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim.' dedi.
Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak
'Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik.
O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin...
Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışı karşısında babam: 'Bir müddet zeytin
yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi,'Alışacağız.'dedi.
Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı.
Annem bezgin bir sesle:
'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' Diye haykırdı. Bunun üzerine babam:
'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi
Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık.
Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla,
'Yoruldum.' dedim.
Babam oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi.
Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum.
Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı.
Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı:
'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.'
Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü.
Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi.
Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı.
'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyormusunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker
verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk.
Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı.
Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı.
Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.
Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime 'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.' demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı.' dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret sembolü olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır.' diyor'.
Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı.
'Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım.
'Selim Beye döndü ve
'Siz ne yapardınız?' diye sordu.
Selim Bey kendisine has tebessümü ile:
'Bir müddet zeytin yerdim, sonra...' dedi ve gülümsedi.
O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir Kutuyla içeriye girdi. Kutuyu elim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı.
'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı.
Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.
Sevgili Mehmet Bey oğlum,
Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu...
Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım.
Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı,ben bu
borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım.
Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir.
Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.
Sevgilerimle, Nazif Cebeci.
Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı.
Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu.
Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı.
Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi....(Alıntı)
Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: 'Nazif Bey mi?'dedi.
'Evet, Nazif Bey!' diye cevap alınca,
hüzünlü bir ses tonuyla 'Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.' dedi.
Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. 'Ya, öyle mi...?' diyebildi sadece.
Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp 'Onun adına görüşebileceğim
bir yakını var mı acaba?' diye sordu.
'Evet var, oğlu Selim Bey....'.
Titrek bir sesle 'Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?' dedi.
Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,
'Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim”
' Dedi ve telefona yöneldi.. Sonra 'Kim diyelim efendim?' diye sordu.
'Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım.' cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi.
Daha sonra, 'Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin.' dedi.
Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi.
O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak,
'Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.' dedi.
'Bendeniz de Selim Cebeci... Lütfen buyurun, oturun.' dedi, genç iş adamı.
Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz:
'Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl... Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim.' dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu.
'Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam.'
Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: 'Fakat en azından o büyük insanın oğlunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.' Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden
fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine:
'Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?' Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla 'Evet' dedi. Bunun üzerine Selim Beyin
gözleri sevinçle parladı.
'Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık.' dedi.
Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve 'Sizi karşıma Allah çıkardı.' dedi.
Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı
'Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?' dedi.
Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak
'Bizdeki emanetinizi vermek için...' deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı.
'Emanet mi?' dedi.
Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine
'Gelebilir misiniz?' deyip telefonu kapattı.
Mehmet Bey, Şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.
Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı.
Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine Hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki
tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek,
'Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum.' dedi. 'Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda
hazır oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.'
Diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum.' dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı.
Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu.
Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:
'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...'
Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı.
Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:
'Bir müddet sabredeceğiz, sonra...'
İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip Tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle Yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu.
Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:
'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra...'
diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu.
Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp,
'Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim.' dedi.
Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak
'Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik.
O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin...
Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışı karşısında babam: 'Bir müddet zeytin
yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi,'Alışacağız.'dedi.
Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı.
Annem bezgin bir sesle:
'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' Diye haykırdı. Bunun üzerine babam:
'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi
Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık.
Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla,
'Yoruldum.' dedim.
Babam oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi.
Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum.
Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı.
Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı:
'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.'
Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü.
Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi.
Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı.
'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyormusunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker
verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk.
Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı.
Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı.
Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.
Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime 'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.' demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı.' dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret sembolü olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır.' diyor'.
Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı.
'Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım.
'Selim Beye döndü ve
'Siz ne yapardınız?' diye sordu.
Selim Bey kendisine has tebessümü ile:
'Bir müddet zeytin yerdim, sonra...' dedi ve gülümsedi.
O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir Kutuyla içeriye girdi. Kutuyu elim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı.
'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı.
Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.
Sevgili Mehmet Bey oğlum,
Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu...
Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım.
Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı,ben bu
borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım.
Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir.
Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.
Sevgilerimle, Nazif Cebeci.
Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı.
Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu.
Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı.
Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi....(Alıntı)
mehmet öztürk
Salı, 26 Ocak 2021 14:09
Ebul Hasan Harakani
ALTIN SİLSİLE! (129)
(Osman Nuri Topbaş Hocamızdan!)
7- EBU’L-HASAN HARAKANİ (R.ALEYH) (5)
[Doğumu : Harakan, 963 – Vefatı : Harakan 1033]
Bâzı Kerâmetleri!
Çocukken anne-babası, erzağını verip onu hayvanları gütmek üzere meraya gönderirlerdi. O da, hâlini belli etmeden oruç tutar, erzağını da sadaka olarak fakirlere verirdi. Akşamları gelip iftarını açar, ancak kimsenin bu durumdan haberi olmazdı. Biraz daha büyüyünce kendisine, saban ve tohum işini verdiler. Bir gün tohumu saçmış saban sürüyordu. O esnâda ezan okundu. Hemen sabanı bırakıp namaza durdu. Selâm verdiğinde, öküzlerin kendi kendilerine çift sürmeye devam ettiğini gördü. Hemen başını secdeye koyarak şöyle niyâz etti:
“–Allâh’ım, duyduğuma göre Sen her kimi dost edinirsen onu insanlardan gizlermişsin! (Beni de insanlardan gizle!)” Ebû’l-Hasan Hazretleri on iki sene boyunca her gün yatsı namazını cemaatle kıldıktan sonra Sultânü’l-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin türbesine gidip büyük bir edep ve hürmetle ziyaret eder ve sabah namazında yine kendi tekkesinde hazır olurdu. Böylece üç fersah yol yürümüş olurdu. Nihâyet bir gün Bâyezîd (k.s)’un türbesinden:
“–İrşâda başlama zamanın geldi!” diye bir ses işitti. Ebû’l-Hasan Harakānî (k.s) büyük bir mahviyet içinde:
“–Ey Şeyh, benim işime himmet lûtfet ki, ben ümmî bir insanım, şerîati hakkıyla bilmiyorum, Kur’ân’ı gerçek mânâsıyla öğrenebilmiş değilim!” dedi.
Türbeden gelen ses:
“–Ey Ebû’l-Hasan, oku: «Eûzü billâh…»!” diye ona okumayı tâlim etmeye başladı. Harakānî Hazretleri tekkesine varıncaya kadar Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmiş oldu. Hazretin o günden sonra Kur’ân ve Sünnet’e vukūfiyeti daha da arttı. Bir defasında müridlerinden biri, Âlemin Kutbu’nu görmek istediğini söyleyerek Hazret’ten izin alıp yola çıktı. Uzun gayretler neticesinde o makamda Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri’nin bulunduğunu görünce son derece mahcup ve pişman oldu. Mürîdine büyük bir tevâzû ve şefkatle yaklaşan Hazret ise şu tembihlerde bulundu:
“–Gördüğün şeyi gizlemen gerekiyor. Zira ben Allah Teâlâ’ya beni hem bu âlemde hem de öbür âlemde insanlardan gizlemesi için duâ ediyorum!”
Vefâtı!
Harakānî (k.s) vefâtı yaklaşınca:
“–Kabrimi otuz arşın derinlikte kazın, çünkü şu toprak Bistam toprağından yüksektir. Yatacağım toprağın, Bâyezîd Hazretleri’nin kabr-i şerîfinden yüksek olması câiz değildir, edebe de uymaz.” buyurdu ve bir müddet sonra vefât etti. Vefâtı hicrî 425 senesi Aşure günü (11 Aralık 1033) idi. Kabr-i şerîflerinin İran’ın Bistam kasabasının 12 km uzağındaki Harakan kasabasında olduğu rivâyet edilir. Bâzı rivâyetlere göre ise Ebû’l-Hasan Harakānî, İslâm ordusunda cihâda çıkıp Kars yakınlarında şehîd düşmüş ve oraya defnedilmiştir. Bugün Kars’ta ona izâfe edilen bir makam-türbe mevcuttur.
Hikmetli Sözlerinden Birkaçı!
• “Mü’minin âzâlarından (en az) birinin devamlı Yüce Allah ile meşgul olması gerekir. Bir mü’min Allah Teâlâ’yı ya kalbiyle hatırlamalı, ya diliyle zikretmeli, ya gözüyle O’nun görülmesini istediği (ilâhî azamet tecellîleri)ni görmeli, ya (kalbinden rahmet taşırarak) eliyle cömertlik yapmalı, ya ayağıyla insanları ziyaret etmeli, ya bütün varlığıyla mü’minlere hizmette bulunmalı, ya aklıyla tefekkür ederek mârifete ulaşmaya gayret etmeli, ya ihlâsla amel etmeli, ya da kıyâmetin dehşetinden korkmalı ve insanları bu hususta îkâz etmelidir.
Böyle birinin, kabirden başını kaldırır kaldırmaz kefenini sürüye sürüye Cennet’e gideceğine ben kefilim!”
• “İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi şeytan bile çıkaramaz:
1) Dünya hırsına sahip âlim ve
2) İlimden mahrum ham sofu!”
• “«Amel işlemen gerekmez!» demiyorum. Lâkin yaptığın ameli acaba sen mi yapıyorsun, yoksa sana yaptırılıyor mu, bunu bilmen gerekir. Aslında kul, Allâh’ın sermâyesiyle ticaret yapmaktadır. (Zira her şeyi yoktan var eden ve fâil-i mutlak olan Cenâb-ı Hak’tır.) Sermâyeyi Allâh’a verip gittiğinde, evvel de Allah, âhir de Allah, ortası da Allah’tır. Ticaretin O’nun sâyesinde kâr eder, senin sâyende değil! Pazarda kendisi için pay görene, oraya yol yoktur.”
• “Allah Teâlâ kuluna, îmandan sonra temiz yürek ve doğru dilden daha büyük hiçbir şey ihsân etmemiştir.”
(Erkam Yayınları)
(Osman Nuri Topbaş Hocamızdan!)
7- EBU’L-HASAN HARAKANİ (R.ALEYH) (5)
[Doğumu : Harakan, 963 – Vefatı : Harakan 1033]
Bâzı Kerâmetleri!
Çocukken anne-babası, erzağını verip onu hayvanları gütmek üzere meraya gönderirlerdi. O da, hâlini belli etmeden oruç tutar, erzağını da sadaka olarak fakirlere verirdi. Akşamları gelip iftarını açar, ancak kimsenin bu durumdan haberi olmazdı. Biraz daha büyüyünce kendisine, saban ve tohum işini verdiler. Bir gün tohumu saçmış saban sürüyordu. O esnâda ezan okundu. Hemen sabanı bırakıp namaza durdu. Selâm verdiğinde, öküzlerin kendi kendilerine çift sürmeye devam ettiğini gördü. Hemen başını secdeye koyarak şöyle niyâz etti:
“–Allâh’ım, duyduğuma göre Sen her kimi dost edinirsen onu insanlardan gizlermişsin! (Beni de insanlardan gizle!)” Ebû’l-Hasan Hazretleri on iki sene boyunca her gün yatsı namazını cemaatle kıldıktan sonra Sultânü’l-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin türbesine gidip büyük bir edep ve hürmetle ziyaret eder ve sabah namazında yine kendi tekkesinde hazır olurdu. Böylece üç fersah yol yürümüş olurdu. Nihâyet bir gün Bâyezîd (k.s)’un türbesinden:
“–İrşâda başlama zamanın geldi!” diye bir ses işitti. Ebû’l-Hasan Harakānî (k.s) büyük bir mahviyet içinde:
“–Ey Şeyh, benim işime himmet lûtfet ki, ben ümmî bir insanım, şerîati hakkıyla bilmiyorum, Kur’ân’ı gerçek mânâsıyla öğrenebilmiş değilim!” dedi.
Türbeden gelen ses:
“–Ey Ebû’l-Hasan, oku: «Eûzü billâh…»!” diye ona okumayı tâlim etmeye başladı. Harakānî Hazretleri tekkesine varıncaya kadar Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmiş oldu. Hazretin o günden sonra Kur’ân ve Sünnet’e vukūfiyeti daha da arttı. Bir defasında müridlerinden biri, Âlemin Kutbu’nu görmek istediğini söyleyerek Hazret’ten izin alıp yola çıktı. Uzun gayretler neticesinde o makamda Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri’nin bulunduğunu görünce son derece mahcup ve pişman oldu. Mürîdine büyük bir tevâzû ve şefkatle yaklaşan Hazret ise şu tembihlerde bulundu:
“–Gördüğün şeyi gizlemen gerekiyor. Zira ben Allah Teâlâ’ya beni hem bu âlemde hem de öbür âlemde insanlardan gizlemesi için duâ ediyorum!”
Vefâtı!
Harakānî (k.s) vefâtı yaklaşınca:
“–Kabrimi otuz arşın derinlikte kazın, çünkü şu toprak Bistam toprağından yüksektir. Yatacağım toprağın, Bâyezîd Hazretleri’nin kabr-i şerîfinden yüksek olması câiz değildir, edebe de uymaz.” buyurdu ve bir müddet sonra vefât etti. Vefâtı hicrî 425 senesi Aşure günü (11 Aralık 1033) idi. Kabr-i şerîflerinin İran’ın Bistam kasabasının 12 km uzağındaki Harakan kasabasında olduğu rivâyet edilir. Bâzı rivâyetlere göre ise Ebû’l-Hasan Harakānî, İslâm ordusunda cihâda çıkıp Kars yakınlarında şehîd düşmüş ve oraya defnedilmiştir. Bugün Kars’ta ona izâfe edilen bir makam-türbe mevcuttur.
Hikmetli Sözlerinden Birkaçı!
• “Mü’minin âzâlarından (en az) birinin devamlı Yüce Allah ile meşgul olması gerekir. Bir mü’min Allah Teâlâ’yı ya kalbiyle hatırlamalı, ya diliyle zikretmeli, ya gözüyle O’nun görülmesini istediği (ilâhî azamet tecellîleri)ni görmeli, ya (kalbinden rahmet taşırarak) eliyle cömertlik yapmalı, ya ayağıyla insanları ziyaret etmeli, ya bütün varlığıyla mü’minlere hizmette bulunmalı, ya aklıyla tefekkür ederek mârifete ulaşmaya gayret etmeli, ya ihlâsla amel etmeli, ya da kıyâmetin dehşetinden korkmalı ve insanları bu hususta îkâz etmelidir.
Böyle birinin, kabirden başını kaldırır kaldırmaz kefenini sürüye sürüye Cennet’e gideceğine ben kefilim!”
• “İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi şeytan bile çıkaramaz:
1) Dünya hırsına sahip âlim ve
2) İlimden mahrum ham sofu!”
• “«Amel işlemen gerekmez!» demiyorum. Lâkin yaptığın ameli acaba sen mi yapıyorsun, yoksa sana yaptırılıyor mu, bunu bilmen gerekir. Aslında kul, Allâh’ın sermâyesiyle ticaret yapmaktadır. (Zira her şeyi yoktan var eden ve fâil-i mutlak olan Cenâb-ı Hak’tır.) Sermâyeyi Allâh’a verip gittiğinde, evvel de Allah, âhir de Allah, ortası da Allah’tır. Ticaretin O’nun sâyesinde kâr eder, senin sâyende değil! Pazarda kendisi için pay görene, oraya yol yoktur.”
• “Allah Teâlâ kuluna, îmandan sonra temiz yürek ve doğru dilden daha büyük hiçbir şey ihsân etmemiştir.”
(Erkam Yayınları)
mehmet öztürk
Perşembe, 21 Ocak 2021 11:41
Türk'ün Dini nedir? Ben anlayamadım!
TÜRK’ÜN DİNİ NEDİR,BEN ANLAYAMADIM.
“Zevcem Alman’dır. Kendisiyle evlenirken benim dinimi kabul etmesini şart koşmuştum. Aramızda sevgi vardı; şartımı kabul etti, evlendik.
Aylar geçti, bir gün kendisine vaadini hatırlattım ve aramızda şu konuşma geçti:
—Hanım, hani senin bana verilmiş bir sözün vardı?
—Hangi söz?
—Hani benim dinime girecektin ya?
—Olur, gireyim doktor ama ben senin dininin ne olduğunu anlayamadım ki… Ben haftada bir kiliseye gidiyorum, Allah’ın huzurunda boyun büküyorum. Sen, ne kiliseye gidiyorsun ne havraya gidiyorsun ne de camiye gidiyorsun. Tük’ün dini nedir? Ben senin dinini anlayamadım.
Eşimin, Alman kızının, bu sözü beni ruhumdan yaraladı, kalbimden vurulmuşa döndüm. Kendimi, geçen hayatımı; günlük, aylık, yıllık yaşamımı, ömrümü gözden geçirdim. ‘Yahu ben ne olmuşum? Yahu Türk’ün ne dini ne imanı kalmış, ne camii…’
Alman kızı beni böyle yaraladı. Serseriliğimi anladım. O zaman babam hayattaydı. Hemen bir mektup yazdım: ‘Aman babacığım, bana dinî kitaplar gönder.’ dedim.
Babam da cami imamına, müezzine, vaizlere sormuş; birkaç tane kitap alıp gönderdi. Bunların içinden en çok işime yarayan Doktor Ali Kemal (Belviranlı) Bey’in ‘İslam Prensipleri’ eseri oldu.
Böylece namaz nedir, oruç nedir, hac nedir, zekât nedir; haram helal nedir, Müslüman nasıl yaşar öğrendim. Namaza başladım; peşinden ramazan geldi, oruca başladım. Namaza başlayınca içkiyi, kumarı bırakmıştım. Bu fenalıklardan, kendi kendimi rezil rüsva etmekten kurtuldum. Dolayısıyla onun bunun davetine gitmez oldum, eve bağlandım. Geceleri teravih kılan dostlar bulmak lazım geldi. Muhitimiz, dostlarımız, münasebetlerimiz, kısacası hayatımız değişti; hayata benzedi.
Bir zaman sonra hanım, kendiliğinden dedi ki: ‘Ayhan, şimdiden sonra gel benim dinime gir, diyebilirsin. Ben, Allah’ın huzuruna haftada bir çıkarken sen günde beş defa çıkıyorsun. Açlığa katlanıyorsun, huyun değişti, güzelleşti, hayatımız nurlandı. Ben de senin dinine gireceğim.’
O ramazan günlerinden birinde beraber namaz kıldık. Namaz surelerini de çabucak öğrendi. Evimize bağlandık; içkiden, kumardan, israftan kurtulduk, evimiz bereket doldu.
Yaşlı kayınvalidem dedi ki: ‘Çocuklar, nur oldunuz siz yahu!.. Ee benim günahım ne? Bana da öğretin!..’
Ona da Kelime-i Şehadet’i yazdırdık, hem aslını hem tercümesini ezberledi. O günlerde hasta oldu, son günleriymiş. Bize, ‘Çocuklar ben yolcuyum fakat perişan bir hâlde Allah’ın huzuruna gidiyorum. Bana, kulum nasıl geldin derse kitabınla geldim, diyeyim. Kur’an-ı Kerim’i göğsüme koyun.’ dedi.
Kur’an-ı Kerim’i göğsündeyken Kelime-i şehadet getirerek gitti. Allah rahmet eylesin.”
Bu hatıra rahmetli Ali Ulvi Kurucu Hocamızın Hatıralar adlı eserinin dördüncü cildinden… Hikâyenin kahramanı Almanya’da yaşayan bir doktor… Okuyunca gözyaşlarımı tutamadım.
Eskiden Müslümanlar, söyledikleriyle değil; yaşadıklarıyla, yaşamlarıyla fark ediliyor ve kişilikleriyle, toplum içindeki duruşlarıyla birer İslam tebliğcisi oluyorlardı.
Şimdi, bizim giyimimize kuşamımıza, yaşamımıza, sürdüğümüz hayatımıza bakıp kim bize Müslüman der ve bizden etkilenip İslam’a girer?
Hepimiz sözde Müslüman ve Alman kadınla evlenmiş doktor gibiyiz. Ancak fark şu ki: O Doktor, Hak ve hakikate dönmüş, biz henüz onun kadar şanslı değiliz.
Bizlere bakanlar, aynı o hanım gibi “Türk’ün dini nedir, ben anlayamadım.” demez mi?
Bu gidiş nereye? Sonumuz ne olacak? Allah akibetimizi hayreylesin...Amin "alıntı"
“Zevcem Alman’dır. Kendisiyle evlenirken benim dinimi kabul etmesini şart koşmuştum. Aramızda sevgi vardı; şartımı kabul etti, evlendik.
Aylar geçti, bir gün kendisine vaadini hatırlattım ve aramızda şu konuşma geçti:
—Hanım, hani senin bana verilmiş bir sözün vardı?
—Hangi söz?
—Hani benim dinime girecektin ya?
—Olur, gireyim doktor ama ben senin dininin ne olduğunu anlayamadım ki… Ben haftada bir kiliseye gidiyorum, Allah’ın huzurunda boyun büküyorum. Sen, ne kiliseye gidiyorsun ne havraya gidiyorsun ne de camiye gidiyorsun. Tük’ün dini nedir? Ben senin dinini anlayamadım.
Eşimin, Alman kızının, bu sözü beni ruhumdan yaraladı, kalbimden vurulmuşa döndüm. Kendimi, geçen hayatımı; günlük, aylık, yıllık yaşamımı, ömrümü gözden geçirdim. ‘Yahu ben ne olmuşum? Yahu Türk’ün ne dini ne imanı kalmış, ne camii…’
Alman kızı beni böyle yaraladı. Serseriliğimi anladım. O zaman babam hayattaydı. Hemen bir mektup yazdım: ‘Aman babacığım, bana dinî kitaplar gönder.’ dedim.
Babam da cami imamına, müezzine, vaizlere sormuş; birkaç tane kitap alıp gönderdi. Bunların içinden en çok işime yarayan Doktor Ali Kemal (Belviranlı) Bey’in ‘İslam Prensipleri’ eseri oldu.
Böylece namaz nedir, oruç nedir, hac nedir, zekât nedir; haram helal nedir, Müslüman nasıl yaşar öğrendim. Namaza başladım; peşinden ramazan geldi, oruca başladım. Namaza başlayınca içkiyi, kumarı bırakmıştım. Bu fenalıklardan, kendi kendimi rezil rüsva etmekten kurtuldum. Dolayısıyla onun bunun davetine gitmez oldum, eve bağlandım. Geceleri teravih kılan dostlar bulmak lazım geldi. Muhitimiz, dostlarımız, münasebetlerimiz, kısacası hayatımız değişti; hayata benzedi.
Bir zaman sonra hanım, kendiliğinden dedi ki: ‘Ayhan, şimdiden sonra gel benim dinime gir, diyebilirsin. Ben, Allah’ın huzuruna haftada bir çıkarken sen günde beş defa çıkıyorsun. Açlığa katlanıyorsun, huyun değişti, güzelleşti, hayatımız nurlandı. Ben de senin dinine gireceğim.’
O ramazan günlerinden birinde beraber namaz kıldık. Namaz surelerini de çabucak öğrendi. Evimize bağlandık; içkiden, kumardan, israftan kurtulduk, evimiz bereket doldu.
Yaşlı kayınvalidem dedi ki: ‘Çocuklar, nur oldunuz siz yahu!.. Ee benim günahım ne? Bana da öğretin!..’
Ona da Kelime-i Şehadet’i yazdırdık, hem aslını hem tercümesini ezberledi. O günlerde hasta oldu, son günleriymiş. Bize, ‘Çocuklar ben yolcuyum fakat perişan bir hâlde Allah’ın huzuruna gidiyorum. Bana, kulum nasıl geldin derse kitabınla geldim, diyeyim. Kur’an-ı Kerim’i göğsüme koyun.’ dedi.
Kur’an-ı Kerim’i göğsündeyken Kelime-i şehadet getirerek gitti. Allah rahmet eylesin.”
Bu hatıra rahmetli Ali Ulvi Kurucu Hocamızın Hatıralar adlı eserinin dördüncü cildinden… Hikâyenin kahramanı Almanya’da yaşayan bir doktor… Okuyunca gözyaşlarımı tutamadım.
Eskiden Müslümanlar, söyledikleriyle değil; yaşadıklarıyla, yaşamlarıyla fark ediliyor ve kişilikleriyle, toplum içindeki duruşlarıyla birer İslam tebliğcisi oluyorlardı.
Şimdi, bizim giyimimize kuşamımıza, yaşamımıza, sürdüğümüz hayatımıza bakıp kim bize Müslüman der ve bizden etkilenip İslam’a girer?
Hepimiz sözde Müslüman ve Alman kadınla evlenmiş doktor gibiyiz. Ancak fark şu ki: O Doktor, Hak ve hakikate dönmüş, biz henüz onun kadar şanslı değiliz.
Bizlere bakanlar, aynı o hanım gibi “Türk’ün dini nedir, ben anlayamadım.” demez mi?
Bu gidiş nereye? Sonumuz ne olacak? Allah akibetimizi hayreylesin...Amin "alıntı"
mehmet öztürk
Cuma, 15 Ocak 2021 08:05
VAH İNSANOĞLU VAH
VAH İNSANOĞLU VAH!
Arkadaşıma:
Akşam ezanı okundu. Allah’tan sana ve bana davet geldi. Haydi akşam namazını beraber kılalım, dedim. Arkadaşım çok yorgun olduğunu söyleyerek:
-Sen kıl, dedi. Hem benim ve hem de Rabbülâlemîn’in davetini geri çevirdi. Ben de yalnız başıma namaza durdum. Görünürde yalnız namaz kılıyordum, ama hiç te yalnız değildim. Çünkü o an hem melekler hem de kâinattaki bütün varlıklar benimle beraber namaza durmuştu. Veya ben onlarla beraber namaza durmuştum. Çünkü kâinat ve içindeki varlıklar 24 saat, her an namazdalar, yani hepsi görevlerinin başında bulunmaktadır. Görev kaçkını tek varlık, ne yazık ki sadece insanların içinden çıkmaktadır.
Ben namazı bitirmek üzere iken bir telefon geldi. Arkadaşları, benim arkadaşımı plesteyşın oyunu oynamaya davet ediyorlardı. Arkadaşım hemen fırladı. Kendi kendime söylendim:
-Vah insanoğlu vah! Yorgunluğunu bahane ederek Alemlerin Rabbi’nin davetine icabet etmiyorsun, arkadaşlarının davetine koşarak gidiyorsun. Hem de arkadaşların davetine icabette yüzde yüz zaman kaybı ve zarar, Allahın davetine icabette ise yüzde yüz kâr ve cennet varken. Bu halinle sen nasıl cenneti bulacaksın ve nasıl cehennemden kurtulacaksın be kuzum?
Allah koca bir kâinatla sana hizmet veriyor, sen her gün Allah’ın verdiği 24 saatlik ömürden beş-on dakikayı Allah’a ayırmıyor, bunca iyiliğine karşılık şükür ve teşekkürünü O’na sunmuyorsun. Bu saygısızlığının ve nankörlüğünün cezasız kalacağını sanıyorsan yanılıyorsun be kuzum! Yapma. At şu tembelliği üstünden. Beş vakit namaza başla. Ana-babana, eşine, çocuklarına ve çevrene sevgi, saygı ve merhamette kusur etme. Allah seni cennet için yarattı. Kendi ellerinle kendini cehenneme atma be kuzum. Bu söylediklerimi tutacağının müjdesini bana verirsen, en büyük zenginin servetinden daha büyük bir servet vermiş gibi sana minnettar olacağım. Kitaplarımdan sana hediye göndereceğim. Bu hizmetle kazanacağımız manevî sevap ve servet, dünya zenginlerinde yok. Delilim, Peygamberimizin (sas) Hz. Ali’ye (ra) söylediği sözdür. Buyurmuş ki Allah Rasulü Efendimiz (sav):
“Ey Ali! Bil ki, senin elinle bir insanın hidayet bulması, (İslam’la şereflenip namazla nurlanması) senin için insanların sahip olduğu en büyük, en değerli servetlerden daha büyük bir servettir.”[1] (veya) Bir insanın hidayeti için sabah veya akşam Allah yolunda yürümek, üzerine güneşin doğduğu her şeyden”.[2], dünya ve içindeki her nimetten daha hayırlıdır.”[3]
❤ Eğitimci Yazar Dr. Vehbi Karakaş'ın kaleminden ❤ (alıntı)
Arkadaşıma:
Akşam ezanı okundu. Allah’tan sana ve bana davet geldi. Haydi akşam namazını beraber kılalım, dedim. Arkadaşım çok yorgun olduğunu söyleyerek:
-Sen kıl, dedi. Hem benim ve hem de Rabbülâlemîn’in davetini geri çevirdi. Ben de yalnız başıma namaza durdum. Görünürde yalnız namaz kılıyordum, ama hiç te yalnız değildim. Çünkü o an hem melekler hem de kâinattaki bütün varlıklar benimle beraber namaza durmuştu. Veya ben onlarla beraber namaza durmuştum. Çünkü kâinat ve içindeki varlıklar 24 saat, her an namazdalar, yani hepsi görevlerinin başında bulunmaktadır. Görev kaçkını tek varlık, ne yazık ki sadece insanların içinden çıkmaktadır.
Ben namazı bitirmek üzere iken bir telefon geldi. Arkadaşları, benim arkadaşımı plesteyşın oyunu oynamaya davet ediyorlardı. Arkadaşım hemen fırladı. Kendi kendime söylendim:
-Vah insanoğlu vah! Yorgunluğunu bahane ederek Alemlerin Rabbi’nin davetine icabet etmiyorsun, arkadaşlarının davetine koşarak gidiyorsun. Hem de arkadaşların davetine icabette yüzde yüz zaman kaybı ve zarar, Allahın davetine icabette ise yüzde yüz kâr ve cennet varken. Bu halinle sen nasıl cenneti bulacaksın ve nasıl cehennemden kurtulacaksın be kuzum?
Allah koca bir kâinatla sana hizmet veriyor, sen her gün Allah’ın verdiği 24 saatlik ömürden beş-on dakikayı Allah’a ayırmıyor, bunca iyiliğine karşılık şükür ve teşekkürünü O’na sunmuyorsun. Bu saygısızlığının ve nankörlüğünün cezasız kalacağını sanıyorsan yanılıyorsun be kuzum! Yapma. At şu tembelliği üstünden. Beş vakit namaza başla. Ana-babana, eşine, çocuklarına ve çevrene sevgi, saygı ve merhamette kusur etme. Allah seni cennet için yarattı. Kendi ellerinle kendini cehenneme atma be kuzum. Bu söylediklerimi tutacağının müjdesini bana verirsen, en büyük zenginin servetinden daha büyük bir servet vermiş gibi sana minnettar olacağım. Kitaplarımdan sana hediye göndereceğim. Bu hizmetle kazanacağımız manevî sevap ve servet, dünya zenginlerinde yok. Delilim, Peygamberimizin (sas) Hz. Ali’ye (ra) söylediği sözdür. Buyurmuş ki Allah Rasulü Efendimiz (sav):
“Ey Ali! Bil ki, senin elinle bir insanın hidayet bulması, (İslam’la şereflenip namazla nurlanması) senin için insanların sahip olduğu en büyük, en değerli servetlerden daha büyük bir servettir.”[1] (veya) Bir insanın hidayeti için sabah veya akşam Allah yolunda yürümek, üzerine güneşin doğduğu her şeyden”.[2], dünya ve içindeki her nimetten daha hayırlıdır.”[3]
❤ Eğitimci Yazar Dr. Vehbi Karakaş'ın kaleminden ❤ (alıntı)
mehmet öztürk
Cuma, 15 Ocak 2021 07:18
iman!
Vakit namazlarını sürekli cemaatle, camide eda eden, Allah’a yürekten bağlı, çok duru gönüllü bir adam varmış… Ama evi, nehrin öbür tarafında olduğu için her vakit namazında, salla nehri geçmek epey vaktini alıyormuş..
Bir gün, gittiği camide bir vaaz dinlemiş…
Hoca diyormuş ki;
“Allah’a öyle inanıp öyle dayanacaksın, öyle güveneceksin ki her işin kolaylıkla hallolsun… Bismillah de gir suya! Yürü git…” diye de bir örnek vermiş…
Adamcağız bunu duyunca bir sevinmiş bir sevinmiş ki…
- Oh! demiş. Kurtuldum artık saldan, vakit kayıplarından…
Bismillah der geçerim karşıya…
Sevincinden içi içine sığmıyormuş…
Aynı zamanda da içinden hocaya kızmaktaymış, neden şimdiye kadar söylemedi bunu diye…
Dediği gibi de yapmış. Çıkmış camiiden, gelmiş nehrin kıyısına; “Bismillah” demiş ve yürümüş geçmiş…
Artık karısı da kendisi de çok mutluymuş bu yüzden.
Bir gün hanımı demiş ki;
“Yarın o Hocayı al gel, yemeğe! Bak o kadar iyiliği dokundu sana ...”
“Olur”, demiş adam…
Ertesi gün camiden çıkınca, Hocayla anlaşmışlar; eve gidecekler.
Hoca; “Bir sal bulalım!” deyince adam şaşırmış ve;
“Ne salı Hocam? Sen demedin mi Bismillah de yürü git! Ben o günden beri öyle yapıyorum. Hadi geçelim…”
Hoca hayret içinde. Hatta dehşet…
Neden sonra titrek yüreğiyle, melûl mahzun bakmış adama ve;
- Ah! demiş…
Keşke benim İmanım da, seninki gibi “acaba”sız olsaydı. Ben de Senin gibi yürür giderdim…”
Bir gün, gittiği camide bir vaaz dinlemiş…
Hoca diyormuş ki;
“Allah’a öyle inanıp öyle dayanacaksın, öyle güveneceksin ki her işin kolaylıkla hallolsun… Bismillah de gir suya! Yürü git…” diye de bir örnek vermiş…
Adamcağız bunu duyunca bir sevinmiş bir sevinmiş ki…
- Oh! demiş. Kurtuldum artık saldan, vakit kayıplarından…
Bismillah der geçerim karşıya…
Sevincinden içi içine sığmıyormuş…
Aynı zamanda da içinden hocaya kızmaktaymış, neden şimdiye kadar söylemedi bunu diye…
Dediği gibi de yapmış. Çıkmış camiiden, gelmiş nehrin kıyısına; “Bismillah” demiş ve yürümüş geçmiş…
Artık karısı da kendisi de çok mutluymuş bu yüzden.
Bir gün hanımı demiş ki;
“Yarın o Hocayı al gel, yemeğe! Bak o kadar iyiliği dokundu sana ...”
“Olur”, demiş adam…
Ertesi gün camiden çıkınca, Hocayla anlaşmışlar; eve gidecekler.
Hoca; “Bir sal bulalım!” deyince adam şaşırmış ve;
“Ne salı Hocam? Sen demedin mi Bismillah de yürü git! Ben o günden beri öyle yapıyorum. Hadi geçelim…”
Hoca hayret içinde. Hatta dehşet…
Neden sonra titrek yüreğiyle, melûl mahzun bakmış adama ve;
- Ah! demiş…
Keşke benim İmanım da, seninki gibi “acaba”sız olsaydı. Ben de Senin gibi yürür giderdim…”
11718
Ziyaretçi defterindeki mesajlar
Ziyaretçi defterindeki mesajlar